En Büyük Ödül

En Büyük Ödül

Kategoriler / Ödüllerimiz

En Büyük Ödül

shadow

Türkiye ve dünyada kadın hakları mücadelesi veren, cinsiyet eşitliğini savunan, öncü, eşitlikçi ve feminist duruşuyla örnek olan, başarılarıyla kadınlara ilham veren, sistematik baskılara direnen, cesaret gösteren ve kadın dayanışmasına katkı sunan kişi ve grupların ödüllendirildiği SES Yılın Kadınları 2023 Ödül Töreni’nde Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nün sahibi Nebahat Akkoç ve KAMER Vakfı

AKIL İLE YÜREĞİ BİRLEŞTİREN AZİMLİ MÜCADELENİN ÖDÜLÜ

Ses Eşitlik ve Dayanışma Derneği’nin 2023’te 2 bin kişinin oylaması sonucunda “Yaşam Boyu Başarı Ödülü”nü Kamer Vakfı’na vermesi vesilesiyle bu konuşmayı yapmak benim için tarifsiz bir mutluluk. Çünkü Kamer’i, Kamerli kadınları ve Nebahat Akkoç’u çok uzun yıllardır yakından tanıyorum, izliyorum. Onları tanıyıp izledikçe hem bu topraklarda yaşayan bir feminist kadın, hem de bir siyasal bilimci olarak şu karanlık dünyada her şeye rağmen hayallerimizi ve umudumuzu yitirmemenin mümkün olduğunu görüyorum. Onlar kendilerini ve dokundukları kadınları güçlendirirken beni de güçlendirdiler, ayakta kalmama yardımcı oldular. Minnetimi ifade etmek zor. Müge Gürsoy Sökmen’in yıllar önce, Kamer’in 10. Yılının kutlanması vesilesiyle söylediklerine baş vurmak işimi kolaylaştırıyor: “Evet zor bir zamanda, zor bir dünyada, zor bir ülkede yaşıyoruz. Evet, belki insanlık için daha iyi bir gelecek umanların hayali hiçbir zaman gerçekleşmeyecek. Ama bizler, dünyada yaşadıkları süreci insanlık değerlerini yükselterek  geçirmek isteyenler, geride bıraktığımız küçük izin böyle olmasını, nasıl biz yüzyılların gerisinden gelen bir geleneğe yaslanıyorsak bizden sonrakilere de böyle bir miras bırakmayı dileyenler, en çok birbirimizin varlığıyla güçleniyoruz, ayakta kalıyoruz, çabalarımızı sürdürüyoruz.”[1] Kamer’le tanışmamın üzerinden neredeyse 30 yıl geçti, ben de hala böyle hissediyorum.

Politik çizgiyi yaşanmış deneyimden damıtmak

Sizlere Kamer’in yapıp ettiklerini sayıp dökmeyeceğim, onları biliyorsunuz ya da öğrenmeniz zor değil. Sadece 2023’de bizzat tanık olduğum bir olguyu, deprem sonrasında Kamer’in 1 milyon 270 bin afetzedeye destek oluşunu anmak isterim. Elbette birçok sivil oluşum, en başta da kadınların seferber olduğu kuruluş, platform ve dernekler çok büyük fedakarlıklar ve katkılar yaptılar bu konuda. Devletin yapamadığı, yapmaya da çalışmadığı şeyi kadın sivil toplum örgütleri yapıyor.[2] Kamer Vakfı’nın bence burada özel bir yeri var. Çünkü 27 yıllık mücadelesi ve 23 ildeki merkezleri sayesinde yerel ile sağlam ve sürekli bağlar kurmuş durumda.  Desteği, dışarıdan değil içeriden örmeye ve sürekli kılmaya çalışıyor. Yerelden yönetimin nasıl bir şey olduğunu, yerel ile bağların nasıl kurulacağını ve sürdürüleceğini somut biçimde örnekleyen bu yöntemden, yerel seçimlerin arifesinde olduğumuz şu günlerde siyasi partilerin öğreneceği çok şey var, ama sadece bu yöntemden de değil. Çünkü bence Kamer’in yaptığı şey salt “kadına yönelik şiddete karşı çalışma” değil, gerçek anlamıyla politika yapıyor Kamer. Zaten beni en çok heyecanlandıran da bu. Ne demek istediğimi anlatmaya çalışacağım.

Öncelikle, kimlikçilik ve kimlik politikasından uzak durmalarına değinmek istiyorum. Çünkü kimlikçilik ile politika birlikte olabilecek şeyler değil. Dünyaya tek bir kimliğin penceresinden baktığınız, tek bir kimliğin sınırlarına sıkışıp kaldığınız zaman başkalarıyla birleşmek ve ortak kamusal eylemde bulunmak mümkün olmaz. Oysa, politika tam da bu demektir. Evet, Kamer 1997’de Diyarbakır’da kuruldu ve 23 temsilciliği de Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde, ama daha en başından itibaren “kendini kadınlık ortak paydasında buluşulacak bir kadın kuruluşu” olarak değerlendirdi. Adı bu nedenle Kadın Merkezi oldu zaten; kendi ifadesiyle “Kürt, Türk, Alevi vs gibi diğer kimliklerin vurgulandığı bir yapı olmak, bazı kadınları kucaklayıp diğerlerini dışarıda bırakmak gibi bir yaklaşım içinde olmadı. (...) Türkiye’nin ulus-devlet politikası nedeniyle başlayan tek kimlilik politikasına hep karşı oldu. Her insanın birden çok kimliği olduğunu, bu kimliklerin keşfinin kişileri zenginleştireceğini ve gerçek barışı sağlayacağını düşünerek çalıştı.”[3] Bu yaklaşımın feminist yöntemle olan bağını da gene onlardan dinlemek zihin açıcı: “Feminizmimiz birlikte yaptığımız yolculuk sırasında meraklı olmamızı sağladı. Bu merak, farklı kimliklerimiz olduğunu fark etmemize yol açtı. Tek kimliğin daralmışlığından kurtulup çok kimlikli olmanın zenginliğini yaşamaya başladık”[4]

Benim Hannah Arendt’in düşüncesinden yola çıkarak “kimliklerimiz arasında dolaşma özgürlüğü” diye tanımladığım -ve bunun politik eylem açısından önemini vurguladığım- şeyi Kamer teoriden değil pratikten, ama Aristoteles’in adını koyduğu “dirayetle, basiretle yapılan pratik”ten yola çıkarak çoktan uygulamaya başlamıştı. Biz siyasal bilimcilerin,  “müzakereci demokrasi” diye öğrencilerimize anlattığımız yaklaşımı Kamer paydaşlarıyla, toplumla ve devletle kurduğu ilişkiler içinde uygulamaktaydı.

Evet Kamer öncelikle kadına şiddete, özellikle de aile içi şiddete karşı durabilmek için yola çıkmıştı. Kadınların, “yaşadıkları şiddeti normalleştirmelerine karşı önce sorunu fark etmelerinin, itiraz etmelerinin, şiddetsiz bir yaşam hatta cinsiyet eşitliği talep etmelerinin gerekli olduğu” tespitinden yola çıkarak kurulduğu için  Kamerli kadınlar kent, köy demeden yıllarca dağ bayır dolaşarak toplumsal cinsiyete dayalı şiddeti kadınların fark etmesini sağlamaya çalıştı. En önemlisi de, onları bir yere çağırmadı, bilmedikleri bir dil kullanmadı, onlara kendi yaşam alanlarında ulaştı, onların konuştukları dil ile iletişim kurdu. Az önce yerelden çalışma dedim, yerelden çalışma işte böyle bir şey: “İnsanları ismiyle çağırmak”, yani herkesin tek tek değerli olduğunu bilmek ve bunu hissettirmek.  

Can yanarak fark edilenler

Kamer, kadına şiddete karşı durmak için yola çıkmıştı ama hem Türkiye’nin, hem de dünyanın bütün sorunlarının “bizim de sorunlarımız” olduğunu çok çabuk fark etti: “Konuştukça cinsiyetçiliğin dünyayı saran bir büyük politika olduğunu fark ediyoruz. Militarizmin ve cinsiyetçiliğin bu büyük politika içinde nasıl içiçe geçtiğini, birbirini besleyerek yeniden yarattığını görüyoruz.” [5] Kamer’in bunca yıllık başarısının tam da bu bilince ve bu bilinçten kaynaklanan bağımsız ve net politik duruşa  bağlı olduğunu düşünüyorum. Ev içi şiddet konusunu çalışırken farklı şekillerde de olsa tüm kadınların dilleri, dinleri, eğitimleri, ait oldukları sosyal çevre ne olursa olsun şiddet yaşadıklarını ve cinsiyetler arası eşitsizlik orta yerde dururken insandan, insan haklarından yanayım deyip kadının insan haklarını görmezden gelmenin, cinsiyetçiliğe hizmet ettiğini anlamak canlarını yaktı: “Muhalif olduğunu iddia eden pek çok kişi ve kuruluşun kadınlara, kadın çalışmalarına, feminizme yaklaşım biçimleri ile nasıl sistemle bütünleştiklerini ve aslında muhalif olmak bir yana, cinsiyetçiliğin savunucuları olduklarını canımız yana yana fark ettik.” [6] Bence bu tesbiti esas olarak sol erkek örgütlerle ilişkiler deneyimi temelinde yapıyorlardı ve çok haklılardı. 1980’lerde feministler olarak bizler de aynı can yanmasını yaşamıştık. Ama Kamer’in dirayetli politikası burada da hemen devreye girdi: “Biz şiddete karşıyız, erkeklere değil. Cinsiyetler arası bir kavgamız yok, zihniyetler arası bir mücadelenin tarafıyız.”[7] Ve Kamer belki de ilk kez bu bilinçle erkek farkındalık grupları kurulmasına ön ayak olarak erkekleri sadece kadınlara destek olmakla yetinmeyip bizzat kendi cinsiyetçilikleriyle yüzleşmeye ve değişmek için çaba göstermeye çağırdı.  Kamer, kimlikçiliğe karşı duran bağımsız bir siyaset izledi ama çizgisini de net ortaya koydu. Feminist olduğunu ve feminizmin tam da dünyanın bütün sorunlarıyla ilgilenmek, tüm ezilenlerin dertleriyle dertlenmek olduğunu vurguladı. Şimdilerde akademide bu siyasete feminist kesişimsellik deniyor ama onlar zaten keşfetmişlerdi.

Evet, Kamerli kadınlar feminist olduklarını dünya aleme ilan etmişlerdi: “Hiyerarşinin, ayrımcılığın, şiddetin olmadığı, paylaşım ve dayanışmanın, şeffaflığın, katılımcılığın, haktan ve haklıdan yana olmanın esas olduğu bir dünya için feminizmin vaz geçilmez olduğunu biliyoruz.”[8] Ama feminist dayanışmanın kadınlar arası farklılıkların üstünün örtülüp sırt sıvazlama olmadığını da  iyi biliyorlardı. Cinsiyetçi sistem herkeste olduğu gibi kadınların kişiliklerinde de derin tahribatlar yaratabiliyordu ve hiyerarşi, rekabet, ayrımcılık ve kapalılığın sürekli devam eden bir tehlike olduğunu, durup durup farklı şekillerde ortaya çıkabileceğini yaşayarak öğrenmişlerdi. Çünkü “eşitler arası ilişki yakalanmadıkça, rekabet duygularımızı ve bizi götüreceği yeri fark edip baş etmedikçe, ayrımcılığın nasıl da incelerek yeniden bizimle bütünleşebileceğini anlamadıkça, açık davranıp yan yana durduklarımızı olumlu olumsuz eleştirmedikçe, onların bize söyleyeceklerini dinlemeye hazır olmadıkça, her zaman cinsiyetçilikle bütünleşme riski” taşıdığımızı kavramışlardı.[9] Bütün sivil toplum kuruluşlarında olduğu gibi kadın örgütlerinde de aleniyetin, açıklığın, yıkıcı olmayan eleştirelliğin ne kadar can alıcı olduğu daha iyi ifade edilemezdi. Bu satırları okuduğumda, bir kere daha, adalet duygusunun ötekini dinlemekten ve açıklıktan kaynaklandığını ve en çok da adalet arayanların kendilerinin adil olması gerektiğini düşündüm. Kamerli kadınlar gerçek adaletin peşindeler, ötekini bastırmanın, başkasının sırtına basarak yükselmenin değil.

Sürdürülebilir başarının güvencesi: Kuşaklar arası diyalog ve işbirliği

Üstelik bunu bir diğer çok değerli nitelikle birleştiriyor Kamer: Kuşaklar arası diyalog ve el verme ilişkisiyle; gençlerin daha yaşlılardan, yaşlıların gençlerden öğrendiği verimli ve neşeli bir çalışma ortamının oluşturulmasıyla. Şu anda Kamer’in çeşitli merkezlerinde çalışan 98 kişinin varlığında somutlaşan ve Kamer Vakfı ile son seyahatimizde (Kasım 2023) yerinde gözlemleme imkanı bulduğum bu çok değerli özellik, özkaynak yaratma çabasıyla birlikte, Kamer’in neden 27 yıldır sürekli gelişerek yaşadığını açıklıyor. Şu sıralar pek moda olan “sürdürülebilirlik” kavramını ağızlarından düşürmeyenlerin bu açıdan da Kamer’den öğrenecekleri çok şey var.

Kamer’in kurucusu Nebahat Akkoç’un, başka her şeyde olduğu gibi bu bağlamda da varlığının ve kişiliğinin hakkını vermek gerektiği kanısındayım. Nebahat dile getirilmesi bile zor olan onca çile ve eziyetten acılaşarak değil güçlenerek çıkmasını bildi; en çaresiz zamanlarda yılgınlığa kapılmamayı, kendisiyle birlikte yol arkadaşlarını da ayakta tutmayı, onlara güç ve kararlılık aşılamayı, yeni bir dünya hayalini canlı tutmayı bildi ve en önemlisi bunu gençlere de aktarmayı başardı. Değdiği her kadının hayatında derin izler bırakmakla kalmadı, kendisinde de izler bırakılması için kendini açık tuttu.[10] Başarısının sırrı galiba burada yatıyor.

Mücadeleci bir insanı pasifize etmenin en geçerli yollarından birinin onu sistemli biçimde övgülere boğmak, şaşaalı payelerle donatarak hareket alanını daraltmak ve övgü sarhoşluğuna teslim olmasını sağlamak olduğu bilinir. Ve pek az kişi bu sarhoşluğa kapılmamayı başarır. Ne var ki böyle bir kaygı bizi, hak edene hak ettiğini teslim etmekten alıkoymamalı. Nerbahat yıllar boyunca sayısız ödüle layık görüldü, Lejyon donörden, BM İnsan hakları ödülüne; Uluslararası Af örgütü ödülünden SODEV ve Uluslararası Hrant Dink ödülüne; Anne Klein ödülünden Almanya ve Fransa İnsan Hakları ve Hukukun Üstünlüğü ödülüne ve daha nicesine kadar çok ödülle takdir edildi. 2003’te Time Dergisinin “Günümüzün Kahramanları” ödülünü bile aldı. Ama bütün bu ödüllerin onun hareket alanını daralttığı, onu pasifize ettiği söylenemez. Tam tersine, ne hareket alanını daralttı, ne de yol arkadaşlarından kopardı. Bugün bu ödüllere bir yenisi ekleniyor; bu ödül onun ve genç-yaşlı bütün Kamerli kadınların mücadele azmini ve şevkini daha da güçlendirecek, eminim. Zaten Kamerli kadınlarla her bir araya gelişimde  ben de başka birçok arkadaşım gibi, “bu topraklarda ne şahane kadınlar var, ne şahane işler yapıyorlar, iyi ki beni de aralarına alıyorlar” diye düşündüm. Bu vesileyle bana konuşma fırsatı düşmesini de kendi açımdan bir talih; talih tanrıçası Fortuna’nın bana gülümseyişi olarak değerlendiriyorum.

“Kamerce” konuşmak

Sevgili Çiğdem Mater, “Kamer yıllardır bu topraklarda barış tohumu atıyor. Her türlü şiddete, ırkçılığa, ayrımcılığa, milliyetçiliğe, militarizme var gücüyle karşı duruyor. Ağzımıza pelesenk gibi yapışmış dilimizle oynuyor, yeni bir dil yaratmak için çabalıyor, bütün bunları yapması yetmiyormuş gibi bir de hayat kurtarıyor” diyordu, 2010’da.[11]  Gerçekten de Kamer 1997’den beri dil, din, etnik köken, laik/İslamcı, köylü/kentli ayrımı gözetmeden sayısız kadının hayatını kurtarıyor. En önemli ve sürekli projelerinin “Her Kadına Bir Fırsat” adını taşıması boşuna değil. Başarısında, Çiğdem’in altını çizdiği “yeni bir dil” yaratabilmesinin büyük payı var. Değerli meslektaşım İnci Kerestecioğlu, Kamer ile yoğun bir ortak çalışma döneminin ardından, “ bana Kamer nedir? diye sorulsa her şeyden önce bir dildir derim, Kamerce diye bir dil; hem içeriden yüreğinden, hem dışarıdan aklından konuşmak” demişti.[12] Ne kadar doğru! Kamerli kadınlar yaşadıkları, havsalanın almadığı eziyetlere, korkulara, acılara rağmen birlikte güçlenip kendi öykülerini Kamerce yazmayı, kendi adlarını kendileri koymayı başardılar, başarıyorlar.

Ben de çok yıllar önce ilk kitabımın önsözünde, feminizme ilişkin umudumun her şeyden önce yeni bir dil ve yeni bir dilbilgisi yaratmak olduğunu yazmıştım, feminist bir ozandan alıntı yaparak:

Gücümden doğan şiirler yazmak istiyorum,

boyun eğdirilemez sözcüklerle...

Yaşamak için yeni dil arıyorum,

çelişkileri kucaklayacak bir dilbilgisi.

Beden ile aklın uyum içinde olduğu,

ve yüreğimin atışının

denizlerin gürültüsüne karıştığı bir dilbilgisi.  (Chriss Cherry)[13]

O zamandan bu yana çok yıllar geçti, köprülerin altından çok sular aktı. Umudumu tam olarak yitirmesem de yeni bir dil arayışının boşuna çaba olduğunu düşündüğüm zamanlar oldu. Ama Kamerle ve Kamerli kadınlarla tanıştığımdan beri umutsuzluktan söz etmenin neredeyse ayıp olduğu duygusunu taşıyorum. Şiddetsizlikle, sorumlulukla, güçlülükle olduğu kadar yaramazlıkla, keyifle,  neşeyle dokunmuş;  yılgınlığa teslim olmaksızın özgürce rengârenk nakışlanmış, sağlam ve yumuşak -ipek de öyle değil midir?- bir dilin var olabileceğini kanıtladıkları için minnettarım.

 Fatmagül Berktay

18 Ocak 2024

 

[1] Adınız Aklımızda Yüreğiniz Yüreğimizde, Kamer 10 Yaşında, yay. Haz. Ayşegül Altınay, Yaylacık Matbaacılık, 2007, s. 156. Bu konuşmayı hazırlarken bu kitaba katkıda bulunan birçok dostun ifadesinden yararlandım; hepsini tek tek zikredemediğim için özür diliyorum.

[2] Nitekim bu ödül gecesinde Afet için Feminist Dayanışma adına Mara El Sanatları Atölyesi’ne de ödül verilmesi tesadüf değil.

[3] Kamer, Fark Ederek Çoğalmak için, Kamer vakfı yayını, 2012,s.  92.

[4] Aynı yerde, s.81.

[5] Aynı yerde, s.81.

[6] Aynı yerde, s.80.

[7] Aynı yerde.

[8] Aynı yerde, s.82.

[9] Aynı yerde, s.80

[10] Bu noktayı ve sonraki uyarıyı Mihri İnal’a borçluyum: Kamer 10 Yaşında içinde.

[11] Aynı yerde, s.49.

[12] Aynı yerde, s.123.

[13] Fatmagül Berktay, Kadın Olmak, Yaşamak, Yazmak, Pencere Yayınları,1991.