10 Aralık 2011
Umut Vakfı
Uzun süreden beri şiddet konusunda çalışıyor olmamıza rağmen, silahsızlanma konusundaki kampanyalarda çok ta aktif olmadığımızı Umut Vakfı’nın bu toplantısı ile ilgili daveti aldıktan sonra fark ettim.Önce şiddet konusunda çalışmaya karar verdiğimiz dönemi anlatarak başlamak istiyorum konuşmama. Silahsızlanma kampanyalarında konusunda neden daha aktif olamadığımızı da sorguladım. Bulabildiğim sebepleri konuşmamın sonunda paylaşmak istiyorum.
Beni tanıtırken söz ettiğiniz gibi eşimi 1993 yılında silahlı bir saldırıda kaybettim. Etrafımızda bin bir çeşit silahın kullanıldığı, pek çok insanın faili meçhul cinayetlerde hayatını kaybettiği, insanların kaybolduğu günlerdi.Bazen bir komşumun askerde ölen oğlu için de bazen dağlarda hayatını kaybetmiş bir başkası için ağlardık.
Zaten bütün bunlara gücüm yettiğince karşı çıkarken hem eşimin öldürülmesi hem de 1994 yılında yaşadığım ilk gözaltına alınışım ve yaşadığım işkenceler hayatımın seyrini değiştirdi. Şiddetin tanığı olmakta çok kötü ama sonuçta ateş düştüğü yeri yakıyordu.Bunları yaşadıktan sonra hayatım eskisi gibi olmadı, olamadı.Şiddet niye bu kadar normalleşmişti?Biz ne zaman alıştırıldık şiddete?Her gün yeni şiddet biçimleri duymaya başlamıştık. Çeşitlendirerek çoğaltıyorduk?
Neden? Nasıl?
Bu düşünceler içinde yapılmış bir çalışma şiddetin normalleştiği, alışıldığı, her gün yeniden üretildiği yerin öncelikle evlerimiz olduğunu gösterdi.
Kadınların ev içinde şiddet yaşaması, çocukların bu şiddete tanık olmaları ve şiddet yaşamaları son derece sıradan olaylar gibi algılanıyordu.
Nitekim yaptığımız alan çalışması kadınların %95’inin şiddeti kadınlığın bir parçası, sonucu gibi algıladıklarını, kabullendiklerini ve genellikle fiziksel şiddet dışındaki şiddet türlerini tanımadıklarını gösterdi.
Bu çalışmanın sonuçlarına bakarak KAMER’i kurduk. Bir yandan şiddetlerimizi fark etmeye çalışacak öte yandan birbirimize destek olarak şiddetlerimizle baş etmeye çalışacaktık.
Dünyadaki çeşitli kadın kuruluşlarına baktığımız zaman bazıları bir savaştan, çatışma ortamından etkilenerek başlamışlar çalışmalarına. Sonra ev içi şiddet konusuna yoğunlaşmışlar. Çünkü KAMER gibi şiddetin ev içinde alışıldığını, çoğaldığını fark ediyorlar. Bazıları ise önce ev içi şiddet konusunda çalışmaya başlamış sonra da dışarıdaki şiddet durmadan ev içi şiddetin de durmayacağını düşünerek bir bütün olarak şiddet ile mücadele etmeye başlamışlar.
KAMER silahların, bombaların, faili meçhullerin, kayıpların yaşandığı ölmenin öldürmenin normalleştiği bir atmosferde başladı çalışmaya. Kadına yönelik şiddet konusuna yoğunlaştı. Ama dışarıdaki şiddet devam ettikçe ev içi şiddetinde durmayacağını düşünerek bu yıl “haklı şiddet yoktur” adlı bir toplantı düzenledi.Bu deneyimler gösteriyor ki şiddetin farklı yerlerde ve biçimlerde uygulanıyor olması aynı kaynaktan, aynı düşünce biçiminden beslendikleri gerçeğini değiştirmiyor.
Esas olan şiddetten yana olup olmamaktır.
Bildiğiniz gibi silah bir saldırı aracıdır. Ama hiç kimse silahı saldırmak için kullandığını söylemez.
Herkes savunmak için silahlandığından bahseder.
Silah sanayinin adı “savunma sanayi”dir.
Biz savunmanın ne anlama geldiği konusunda epeyce kafa yorduk. Bize göre savunma halinden bahsedebilmek ancak meşru müdafaa durumunda mümkündür.
Meşru müdafaanın sınırlarının ne olması gerektiği konusunda da çalıştık. Bize göre meşru müdafaa durumu önceden silahlanılarak hazırlık yapılan bir durum olamaz.
Elbette ki bazı durumlara karşı kendimizi korumaya alacağız. Örneğin hırsızlık olaylarının yaşandığı bir yerde çeşitli tedbirler almak kadar doğal bir şey olamaz. Ama bu tedbirler kapıyı bacayı sağlamlaştırmak, alarm sistemi kurmak gibi tedbirler olabilir. Silahlanmak bir tedbir değil, saldırıya hazırlıktır bana göre.
Esasında silahlanmak, silahlanmayı desteklemek bir düşünce biçiminin onaylanması anlamına gelmektedir.Bireysel silahlanmayı kimler niçin istiyor? Bu soruya yanıt bulmak için küçük bir araştırma yaptım.
“Bu ülkede terör, hırsızlık gibi durumlar devam ettikçe kendimi korumak için silah taşımaya devam edeceğim” diyenler var.
Asıl terörü silahın yarattığını, hırsızlık gibi durumlardan korunmak için bir çok başka yol olduğunu biliyoruz.
Bana göre silah korunmak için değil saldırı için yapılmış bir hazırlıktır.
“Haklarımız gasp edildi, haklarımızı almak için silahlanmaya devam etmeliyiz” diyenler var.
“Barışı sağlamanın yolu savaşmaktır” diyenler var.
Bu düşünceye sahip olanların son 20-30 yıla bakmaları yeterli aslında. Eğer bu düşünce doğru olsaydı bunca silahlanmadan, çatışmadan, ölümden sonra hedef her ne ise ona ulaşılmış olurdu. Ama ortada çözülmüş herhangi bir sorun olmadığı gibi acısı birkaç nesil boyunca sürecek acılar, kayıplar var.
“Kendisi dışındakilerin silahsızlanmasını” isteyenler var.
Bu grubu ben deneyimlerime dayanarak tanımladım. Bilirsiniz bizim bölgemizde çatışmalar yoğunlaştıkça basın bildirileri hazırlanır, gazete ve tv lerde okunur. Genellikle bu bildirilerin dili birbirine benzerdir, ateş kes, eylemsizlik gibi talepler içerir.Bir gün böyle bir toplantıdaki tek kadın olarak çevreme baktım ve katılımcıların süreci değerlendirirken kendilerinden başlamadıklarını fark ettim. Oysa biz her birimiz bu sistem içinde yaşanan sorunların ve çözümlerin parçası olabildiğimiz zaman sahici olabiliriz diye düşünüyorum.
Salondaki pek çok kişinin silahı olabileceğini düşünerek “Beyler önce siz silahları bıraksanız nasıl olur?” deyiverdim.
Bence silahın ve silahlı çözüm yöntemlerinin sonuçları üzerinde gerçekten düşünenler, ortaya çıkan korkunç tabloyu fark edenler bireysel olarak ta silahsızlanmaya çalışırlar. Ve işte o zaman sahici olurlar.
“Silah güvende hissetmemi sağlıyor”
Bu grubu düşününce aklıma önce 99 depreminde hayatını kaybeden 18.000 kişi, sonra Van depreminde hayatını kaybedenler geliyor. Acaba diyorum depremlerde hayatını kaybedenlerin kaçında silah vardı.
Her gün trafik kazalarında hayatlarını kaybeden onlarca insanı düşündüğümüz zaman aslında güvenliğimiz konusunda yeniden ve başka türlü düşünmeye başlamamız gerektiğini görüyoruz.
Silah bize güvenlik sağlamadığı gibi zaman zaman ciddi biçimde güvenliğimizi tehdit eden bir saldırı aracı olabiliyor.Kaldı ki zaten silahlı olsun olmasın şiddetin çözümü şiddet değil.
Silahlanma ve kadına yönelik şiddet meselesine gelince,
Yıllardır şiddet ile mücadele ediyor olmamıza, bir şiddetsizlik kültürü oluşmasına katkı sağlamaya çalışıyor olmamıza rağmen silahsızlanma kampanyalarına yeterince katkı veremediğimizi söylemiştim.Bunun sebebi üzerine düşününce bizim çalıştığımız bölgedeki namus adına işlenen cinayetlerin pek çoğunun silahla değil başka yöntemlerle işleniyor olmasının etkili olabileceğini gördüm.
Örneğin, geçmişte “namussuzlukla” suçlanan bir kadının bir namus sembolü olarak kabul edilen tülbendi ile boğulması gibi bir uygulama olduğunu görüyoruz.
Tülbent kadının namusu sayılır, hatta bazı kan davalarında bir kadının araya girip tülbendini kavganın ortasına atması kavgayı bitirirdi.Şemse taşlanarak öldürüldü, Kadriye Demirel satırla doğrandı, Kadriye’yi gömdüğümüz gün kafası taşla ezilmiş iki kadın cesedi bulunmuştu.Balkondan atma, zehirleme gibi vakalarda söz konusu oluyor. Hele de cezaların ağırlaştırılmış olması nedeniyle kadınların intihara zorlanması bazı intiharların cinayet olduğunu göstermektedir.
Hazır söz sırası gelmişken namus adına işlenen cinayetleri diğer kadın katliamlarından ayıran özellikleri ve bu cinayetleri töre cinayetleri olarak tanımlamanın sakıncalarını da vurgulamak istiyorum.
Bir iki yıldır Türkiye’nin her tarafından kadın cinayetleri haberleri alıyoruz. Bu cinayetler içinden bazılarına özellikle ve ısrarla “namus adına işlenen cinayetler” diyoruz. Bazı kimseler bu tanımın “namus” terimini pekiştirdiğini söylese de bizim bu tanımlamamızın çok bilinçli dayanakları var.
Bütün bu cinayetler aynı düşünce biçiminden kaynaklansa da namus adına işlenen cinayetleri diğer kadın katliamlarından ayıran sebepler var.
Namus adına işlenen cinayetlerde öldürülmesi planlanan kadın muhtemelen birkaç ay önce toplum tarafından suçlanmaya başlanmıştır.Suçlanma sebebi çok çeşitli olabilir. Ailenin sosyal, kültürel durumuna göre kadınlar için konmuş bazı kurallar vardır. Kadınlar bu kurallara koşulsuz itaat etmek durumundadır. Bu kurallar giyim şekli, gezilebilecek mekanlar, konuşulabilecek insanlar ile ilgili kurallar olabilir. Zaman zaman evlilik dışı bir ilişki, zina gibi sebeplerde söz konusudur. Ama sebeplerin ne olduğundan ziyade kadının itaatsizliğidir belirleyici olan.
Kadının toplum tarafından suçlanması aile bireylerinin toplanıp kadını “yargılamasına” yol açar. Bu yargılamada genellikle kadın için ölüm cezası verilir ve cezanın nasıl ve kim tarafından infaz edileceği belirlenir.Cezanın infaz edileceği zamana kadar kadın yalnızlaştırılır. Cezayı infaz edecek kişide aslında olayın kurbanıdır.
Bu tarz bir cinayeti bir öfke patlaması ya da planlanmış bir cinayet ile aynılaştırmak şimdilik mümkün değil. Çünkü asıl suçluların cezalandırılmasını sağlamak gerekmektedir.
Türkiye’de şimdiye kadar azmettiricilerinde cezalandırıldığı iki vaka hatırlıyoruz.
Kadın hareketi olarak Türk Ceza Kanunu’nun değişmesi için oldukça etkili çalışmalar yaptık. Ancak bazı şeylere gücümüz yetmedi. Namus cinayetleri kendi başına bir tanım olarak yer almadı. Töre ve namus cinayetleri olarak yer aldı TCK’da. Bunun pratikteki karşılıklarından biri benim için şöyle oldu.
Bir İçişleri Bakanlığı yetkilisi Töre ve Namus Cinayetleri ile ilgili verileri sunmaya çalıştı. Öldürülen erkek sayısı kadın sayısı kadar veya daha fazlaydı. Çünkü kan davaları da aynı kapsamda değerlendirilmişti.Halbuki kan davalarında çatışan silahlı iki taraf vardır genellikle. Oysa namus adına işlenen cinayetlerde kendini savunacak durumda olmayan bir kadın, sadece kadın olduğu için, yasaların, insan haklarının koyduğu normlarla çoğunlukla örtüşmeyen geleneksel normlara itiraz ettiği için cezalandırılmaktadır.
Bu önemli bir farktır ve yasada namus adına işlenen cinayetler kendi başına tarif edilmelidir.
Ayrıca töre cinayetleri diyerek, cinayetlerin sorumluluğu bir etnik gruba mal edilmeye çalışılmaktaydı. Oysa resmi yasalarda son derece cinsiyetçiydi. Mesela yasa da tecavüzcüyü tecavüz ettiği kişiyle evlendirmeye çalışıyordu. Evlilik gerçekleşince de suç cezasız kalabiliyordu. Bu sürecin hiçbir yerinde kadının düşüncesi, duyguları, kararı söz konusu olamıyordu. Kısacası geleneksel uygulamalar ile yasalar arasında ciddi bir paralellik vardı.
Ülkemiz bazı şeylerin üstlerinin örtülmeye çalışıldığı ayrıca inanılmaz çelişkilerin yaşandığı bir ülke.Eğer niyetimiz demokratikleşme ise kalkınma ise önce sorunları bütün çıplaklığı ile ele alabilmemiz lazım.
Önemli çelişkiler yaşıyoruz. Bunları fark edebilmek lazım.
Bir yandan silahın, silahlanmanın güven duygusu yarattığı öte yandan trafik anarşisi, çürük yapılaşma nedeniyle binlerce insanın hayatını kaybettiği ve hiç kimsenin güvende olmadığı bir ülke.
Bireysel ya da örgütsel olarak silahlananların, silahlı mücadele yöntemlerini seçenlerin bizzat bu yöntem nedeniyle haksızlıklarla dolu bu çarpık sistemi pekiştirdiklerini, güçlendirdiklerini fark edemedikleri bir ülke.
Bir yandan son derece katılımcı yöntemlerle kadınları ciddi anlamda koruyacak bir yasa hazırlığı içinde olan, öte yandan bireysel silahlanmayı kolaylaştıran bir ülke.
Bu çelişkiler orta yerde durdukça sağlanan gelişmelere rağmen umut dolu bir gelecek hayal etmek zorlaşıyor.
Tüm bunlara rağmen bazı iyi haberler vererek bitirmek istiyorum konuşmamı.
- KAMER şiddeti onaylayan, yeniden üreten, meşrulaştıran cinsiyetçi sistemi fark edilip, sorgulanmasını sağlayan, değiştirmek için direnç ve yöntem geliştiren farkındalık çalışmaları yapmaya devam ediyor. Bu güne kadar 300.000 civarında kadın olduk. Her kadının ortalama on kadını etkilediği ve kadın başına düşen çocuk sayısının ortalama beş olduğunu dikkate aldığımızda oldukça büyük sayıda insanın şiddetsiz bir kültürün yaratılmasına katkı sağladığını söyleyebiliriz. Bu çalışmalar daha yıllar boyunca devam edecektir.
-Son yıllarda daha çok şiddet vakası ile karşılaşır olduk. Sonuçta yaşanan bir şiddet söz konusu olduğu için vereceğim haberin iyi haber olup olmadığı konusunda tereddüt ettim. Ancak 1996 yılında yapılan bir araştırma kadınların %90-95’inin şiddeti kadın olmanın doğal bir parçası olarak algılayıp yaşadıklarını gösteriyordu. Oysa 2008 ve 2009 yıllarında yapılan araştırmalar on kadından 8-9’unun “haklı şiddet olmadığını” savunduğunu gösteriyor. Şiddeti yaşayanların onu kabul etmesi en büyük çıkmazdı.
Yaklaşık 12 yıllık bir mücadele sonunda elde edilen bu sonuç son derece heyecan vericidir.
Hak arayanların arttığını gösterir. Hak arayanların çoğaldığı bir yerde, şiddetin bir miktar artması ve daha görünür olması gibi bir sonuç ile karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum.
Toplumsal farkındalık kadınların farkındalığı ile paralellik gösterseydi daha farklı, olumlu bir tablo söz konusu olabilirdi.
-KAMER mücadelesinin cinsiyetler arası değil zihniyetler arası bir mücadele olduğunu anlattıkça bu mücadelede yer alan erkeklerin sayısı artmaya başladı. Şiddetin toplumsal bir sorun olduğunu ve bu sorunun çözümü için toplumun top yekun mücadele etmesi gerektiğini düşündüğümüzde bu gelişme de son derece heyecan vericidir.
-Erken çocukluk dönemi eğitimine yatırım yapıyoruz. Birer bebek olarak doğan kız ve oğlanları geleceğin geleneksel kadın ve erkekleri olarak yetiştiren sisteme dikkat çekip, toplumsal cinsiyet rollerinin oluştuğu yaş dönemi için alternatif yaklaşımlar geliştiriyoruz. Erken çocukluk dönemine yapılacak yatırımın şiddet üzerine kurulu bu sistemi değiştirmek için çok etkili ve önemli bir yatırım olacağına dikkat çekmek istiyorum.
-Şiddetin panzehirinin “güçlenme” olduğunu biliyoruz. Güç bizim için silah ve para değil, öncelikle bilgi ve donanım demek. Bilgi ve donanım oldukça ekonomik güçlenme de söz konusu olabiliyor. Bize kalkan eli ancak biz tutup indirebiliriz. Bunun içinde güçlenmemiz lazım.
Biz güçlendikçe, şiddet küçülüyor, bizden uzaklaşıyor.
Bütün olumsuzluk ve çelişkilere rağmen, kendi gücümüze bakarak gelecek için daha umutlu olabiliyoruz.
Ve biz kadınlar kendi şiddetlerimizle baş etmek için geliştirdiğimiz yöntemlerin yeni bir dünya hayal etmemizi mümkün kıldığını düşünüyoruz.
Nebahat Akkoç
KAMER Vakfı